21 Haziran 2010 Pazartesi

İKİNCİ MAÇLAR SONU GRUP DEĞERLENDİRMELERİ

0 altını çizen...
D GRUBU
Gelelim D grubuna…Son maçlar öncesi karışan bir grup. Sırbistan’ın yıldızlarla dolu kadrosu aslında bizi önce ilk maçta şaşırttı Gana’ya yenilerek. Sonra ilk maçlar sonucu en iyi takım olarak gösterilen Almanları yenerek ikinci bir sürprize imza attılar. Almanya maçında biraz şanslı oldukları da söylenebilir. Kaçan penaltı, direkte dönen top…İki maçta da amatörce yaptırdıkları penaltılar defansın S.O.S verdiğini gösteriyor. Son maçları Avustralya’yla… İki maçta iki önemli oyuncusunu kayeden Vikingler’in işi zor ama yine de son maç onların ölüm kalım maçı olacağı için ölümüne oynayacaklardır. Almanlar ise Gana’yı yenmek zorunda. Essien’in yokluğunda 21 yaş altı Dünya şampiyonu jenerasyonunu kullanan Gana’da topladığı 4 puan ve mücadeleci yapısıyla Almanları zorlayacak gibi görünüyor. Asamoah Gyan da iki golünü de penaltıdan atmış olmasına rağmen güçlü ve etkili bir forvet oyuncusu. Almanya’da turnuvanın yıldız adaylarından Mesut Ozil ikinci maçta ilk maçtaki görüntüsünden uzaktı. Türk kimliği baskıyı kaldıramamasına sebep olmazsa gerçekten çok yetenekli ve Alman milli takımındaki az yaratıcı oyuncudan biri. Klose’nin de 11 golü bulunuyor Dünya Kupaları’nda. Kırmızı karttan dolayı gruptaki son maçı kaçıracak olmasına rağmen Almanya’nın ilerlemesi durumunda 15 gollü Ronaldo’nun rekorunu zorlayabilir. Avustralya’da şanssız bir Dünya Kupası geçiriyor. İlk maçta hakem hatasıyla Cahill’i ikinci maçta da pozisyon şanssızlığıyl Kewell’ı kaybettiler. Defans oyuncusu Craig Moore da son maç öncesi cezalı durumda. Yıldızlar topluluğu Sırbistan önünde işleri zor. Kazanmaları da yetmeyebilir üstelik.

İKİNCİ MAÇLAR SONU GRUP DEĞERLENDİRMELERİ

4 altını çizen...
C GRUBU
İngiltere’nin favori olarak görüldüğü grupta iki maçta 2 puanla 3.durumda olması herkesi şaşırttı. Slovenya’ya da gurbun en şanslı takımı diyebiliriz. Oynadıkları 180 dakikanın 135 dakikasında top oynamadılar. ABD maçının ilk yarısında oyndıkları oyun ve ilk maçtaki Cezayir kalecisinin hatasıyla 4 puan topladılar. Avrupa’dan katılan zayıf ekiplerden. Son maçlar öncesi İngiltere ve ABD’nin kazanmaları durumunda gruptan çıkacakları görünüyor. Eğer İngilizler son maçı kazanamayıp gruptan çıkamazlarsa hem onlar hem Capello için fiyasko olarak nitelendirilebilir. Dirençli Cezayir’in de ABD karşısında Ziani önderliğinde kolay lokma olmayacağını düşünüyorum. Yine de ABD gruptaki en pozitif futbolu oynayan ekip. Uzun bir gelişim süreci sonucu yavaş yavaş futbolda söz sahibi olmaya başladılar. Onyewu’lu, Bradley’li, Dempsey’li, Donovan’lu ve Altidore’lu en iyi jeneresyonlarıyla gruptan çıkacaklarını düşünüyorum, çeyrek final oynamaları da sürpriz olmaz. İngilizler ise gruplardan çok rahat gelmelerine rağmen vasatı aşamadı, turnuvanın yıldızı olması beklenen Rooney’den de henüz hiçbir verim alamadılar. Diğer hücum elemanları da istenilen düzeyde değil. Kanatlardan hücum varyasyonu yapmakta zorlanan ve tam anlamıyla forveti olmayan takımdan Theo Walcott ve Darren Bent’in gönderilmesi sorgulanması gereken bir durum. Gruptan çıksalar bile işlerinin zor olduğunu düşünüyorum. Erken bir Almanya eşleşmesi işlerini erken bitirebilir.

İKİNCİ MAÇLAR SONU GRUP DEĞERLENDİRMELERİ

0 altını çizen...
B GRUBU
Bu gruba baktığımızda Arjantin’in rakibi olabilecek takım zaten başından beri yoktu. Arjantin her ne kadar maçlarda şampiyon olabilecek bir takım görüntüsü vermese de birçok favorinin puan kaybettiği hatta gruptan çıkamama tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı şu durumda maçlarını kazanarak önemli bir iş başardı diyebiliriz. Ortasahada defansif tüm yükün Mascherano’ya binmesi Veron’un yaşından dolayı yetersiz kalması ve Di Maria ile Maxi Rodirguez’in daha hücumcu isimler olmasından kaynaklanıyor. Bu noktada herkesin dile getirdiği Cambiasso eksikliğinden bahsetmenin şu aşamada anlamı olmasa da (kazanan her zaman haklıdır ilkesinden) ileriki turlarda sorun yaşamaları durumunda Maradona’nın başını ağrıtacağını da belirtelim. Messi’ye ayrı bir parantez açmak gerekirse inanılmaz istekli bir oyun sergiliyor ve takımın sıkıştığı anlarda sorumluluk alıyor. Dünya şampiyonu olacaksa eğer Arjantin onun katkısı olmadan olmayacaktır kesinlikle. Higuain’in de 3 golle gol krallığında ilk sırada olduğunu belirtip geçelim grubun diğer takımlarına. Nijerya iki maçta 0 puan alarak büyük ölçüde elendi bunda turnuva öncesi sakatlanan John Obi Mikel’in yokluğu büyük etken. Bu jenerasyonunda yıldız isimler olmayınca da bu son kaçınılmaz oldu. Güney Kore yine çok koşan mücadele eden bir takımla gelmiş. Arjantin maçında oldukça etkisiz olsa da Park Ji Sung gibi önemli bir liderleri var. Yunanistan’a bu konuda üstünlük sağlayabilirler. Son maçların zorluklarına baktığımız zamanda grubu ikinci bitirme konusunda avantajlı görüne takım konumundalar. Yunanistan 2004’teki jenerasyonda oyunculara sahip. Yenilenme ve oyun disiplinlerinde herhangi bir değişiklik yok. Gruptan çıkmaları halinde bile son teknik direktörlük günlerini yaşayan Otto Rehhagel’in tatile erken çıkacağı kanısındayım.

İKİNCİ MAÇLAR SONU GRUP DEĞERLENDİRMELERİ

0 altını çizen...


A GRUBU 


A Grubu gerek ev sahibinin bu grupta olması gerekse birbirine denk güçlerin bir arada olması nedeniyle çekişmeli geçeceği düşünülen bir gruptu. Güney Afrika’nın vuvuzelalı taraftar desteğine rağmen vasatın üstüne çıkamadığını gördük iki maç sonunda. Takımın tecrübe eksikliği, 2 ay kala değişen teknik direktörü ve Pienaar dışında üst seviyede mücadele edecek oyuncusunun olmaması bunda büyük etken. Son maçlar öncesi gruptan çıkmaları mucize ama dağılmış Fransa’yı da yenebilecekleri görüşündeyim son bir gayretle. Fransa’dan bahsetmişken konuyu biraz açalım. Aslında Anelka Domenech arasındaki gerginlikle patlak veren olayların belli bir birikim sonucu ortaya çıktığı açık. 2006’da final oynattığı kadronun kaptanı Zidane’ın ‘Domenech teknik direktör değil’ açıklaması bile birçok şeyi anlatmaya yetiyor. Bireysel olarak baktığımız zaman çok iyi oyunculardan kurulu bir kadronun bu kadar verimsiz olması takım içindeki huzursuzluktan başka bir şeyle açıklanamaz zaten. Djibril Cisse’yi kadroya alıp Karim Benzema gibi bir oyuncuyu bu kadar hücum sıkıntısına rağmen kadroya almıyorsanız bunda bir art niyer arandığı zaman da diyecek çok bişeyiniz olmaz sanırım. Onların da şansı tıpkı Güney Afrika gibi mucizelere kalmış durumda. Bu grubun formda iki takımı ve bence çıkmayı büyük ölçüde garantileyen Meksika ve Uruguay. Uruguay Lugano’lu Godin’li tecrübeli defansları ve Forlan-Suarez hücum hattı ile tam bir takım görüntüsü veriyor. Henüz gol yemediler ve bir çeyrek final belki de sürpriz yarı final beklentisi içine soktular biz futbolseverleri. Meksika ise henüz istatistiklerieveri girememiş olsa da (asist ve gol) Giovani dos Santos önderliğinde oldukça etkili bir oyun sergiliyor. Özellikle Fransa karşısında tüm maç oynadıkları üstün oyunla ve neredeyse hiç pozisyon vermemeleriyle bunu gösterdiler. Tabi bu grupta ikinci olanın Arjantin’le eşleşecek olması son maçları önemli hale getirip diğer iki takımı umutlandırsa da bu grupta artık çok şeyin değişmeyeceğini düşünüyorum.

23 Mart 2010 Salı

Zekanın Futbola Yansıması: Arsené Wenger

2 altını çizen...
Dünyaca ünlü Arsenal Kulübü’nde, 1996 yazında Menajer George Graham futbolcu transferinden komisyon aldığının ortaya çıkmasıyla kovulmuştu. Kaptan Tony Adams’ın “aşırı alkol” kullandığı İngiltere basınının dilinde dolaştığı bu talihsiz günlerde Arsenal teknik direktörlüğü için iki isim ön plana çıkıyordu: Terry Venable ve Johan Cruyff. Listedeki 3.isim ise o zamanlar pek de adı duyulmamış Arsené Wenger’di. 28 Eylül 1996’da takım tarihinin Britanya dışından ilk hocası olarak görevinin başına getirildiğinde, taraftarların Arsené Wenger isminin takım için küçük kalacağı düşüncesini veteran oyuncu Lee Dixon Fransız hocayı fiziksel özelliklerinden dolayı coğrafya hocasına benzeterek destekliyor, stoperlerden kaptan Tony Adams ise, Fransa’dan gelen bu adamın futbolu ne kadar bilebileceğini sorgulayıp eski hocaları George Graham ile kıyaslanmasının mümkün olmadığını belirtiyordu.

İşte o Fransız, şimdi bir Arsenal efsanesi, bir futbol fenomeni. Buralara gelirken geçtiği yollara bakılırsa zekasını, çalışkanlığını bir spor insanının hayatına ancak bu kadar yansıtabileceğini görmek mümkün. 22 Ekim 1949, Strasbourg doğumlu Arsené Wenger, futbola libero olarak başlamış ve kariyerinde 3.lig takımları olan Mutzig, Mulhouse ve Vauban takımlarında oynamıştır. Futbolculuğunun son dönemlerine gelirken ilk profesyonel kontratını Strasbourg Kulübü’yle 1978-1979 sezonunda imzalayan Arsené Wenger bu sezonun sonunda şampiyonluk sevinci yaşamış, ancak futbolu bıraktığı 1981 senesine kadar bu takımda toplam 11 maça çıkabilmiştir. Yedek kulübesinde beklediği iki senelik bu zaman zarfında boş durmamış, kurslara katılarak teknik direktörlük diplomasını almıştır. Futbolu bıraktıktan sonra Strasbourg genç takımında iki sene antrenörlük yapan Wenger, daha sonra 1983’te Cannes F.C.’de yardımcı antrenör olmuştur. 1984-1986 arasında Nancy takımının teknik direktörlüğünü sürdüren Wenger’in ilk dönüm noktası ise 1987’de Monaco’nun başına geçmesidir. Burada 1988 yılında Fransa şampiyonluğu ve 1991’de Fransa kupasını kazanmış, 1992 yılında Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nda Otto Rehhagel’in çalıştırdığı Werder Bremen ile final oynamıştır. 1995 yılında Japon takımı Granpus Eight takımında görev almış ve bu takımla Japonya Süper Kupası’nı kazanmıştır. 1996’da Arsenal’in başına getirilmesi ise futbol hayatındaki ikinci ve en önemli dönüm noktasıdır.

Bir sporcunun tek yönlü olmaması gerektiğini Avrupa’nın en önemli üniversitelerinden biri olan Straasbourg Üniversitesi’nde Elektrik Mühendisliği okuyarak ve aynı üniversitenin bünyesindeki Robert Schuman Üniversitesi’nde Ekonomi dalındaki masterını henüz 22 yaşında tamamlayarak gösteren Wenger, Fransızca, Almanca ve İngilizce’yi çok iyi; İtalyanca, İspanyolca ve Japonca’yı da belli miktarlarda konuşabiliyor. Bu zeki ve çok yönlü adam, 1996’da Arsenal’in başına geçtikten sonra İngiliz futbolunun havadan uzun pasa dayalı futbolunun tamamen dışına çıkarak yerden ayağa bol paslarla oynanan akıcı futbol sistemini takıma yerleştirmesiyle Arsenal taraftarları tarafından “Profesör” lakabıyla çağırılan bir adam haline geldi. Geldikten sadece 1 yıl sonra 1997/1998 sezonunda 1991’den beri şampiyon olamayan Arsenal’i şampiyon yapmakla işe başlayan Wenger, görevde bulunduğu 14 senelik zaman zarfında 3 İngiltere Premier Ligi ve 4 FA Cup şampiyonluğu, 1 Uefa Kupası ve 1 Şampiyonlar ligi finali yaşadı. 2003-2005 yılları arasında, Nottingham Forest’ın 42 maçlık yenilmezlik rekorunu 49 maça çıkartarak eline geçirdi Arsenal. Kupa anlamında çok parlak görünmediği düşünülse de asıl farkını belki de büyük kulüplerde var olan çok paralarla büyük transferler yapma felsefesini minimuma indirerek gösterdi. Çok genç yaştaki yetenekli oyuncuları inanılmaz bir şekilde keşfeden ve onları takıma monte ettikten sonra değerlerini kat kat artırmalarını sağlayan Arsené Wenger, Ekonomi dalında yaptığı masterını Arsenal ekonomisine yaptığı katkıyla gösteriyordu adeta. 14 yılda tranferlere sadece 200 milyon pound harcadığını ve bunun yanında yetiştirdiği genç oyuncularla ve yaş ortalamasını 21’e kadar düşürdüğü kadro yapısıyla diğer büyük kulüplerden futbol anlamında hiçbir zaman geri kalmadığını düşünürsek Wenger’in yaptıklarını daha iyi anlayabiliriz. Soru işaretleriyle geldiği kulüpte 14 senedir görevini sürdürmeyi başarırken bu dönemde dünya futboluna sayısız yıldızlar kattı. Bu becerilerinin başında Juventus’ta sağ kanatta çok da verim alınamayan Thierry Henry’yi dünya çapında muhteşem bir forvet oyuncusuna dönüştürmesi geliyor. Patrick Vieira, Nicolas Anelka, Sol Campell, Robert Pires. Freddie Ljungberg, Ashley Cole, Kolo Abib Toure, Robin van Persie, Marc Overmars, Emmanuel Petit, Sylvain Wiltord, Francesc Fabregas, Tomas Rosicky gibi yıldızlar futbol piyasasına Wenger’in sunduğu yıldızlar. Denilson, Nicklas Bendtner, Alexandre Song, Carlos Vela, Theo Walcott, Aaron Ramsey, Jack Wilshere gibi genç yetenekler ise yine onun yıldız adayları.

“Evimde hiçbir kupa ve resim saklamam. Benim için önemli olan gelecektir” sözüyle bir bakıma hayat felsefesini belirten Arsené Wenger; 2 sene önce yönetimle Wenger arasındaki köprü görevi yapmış ve aynı zamanda Kulüp Başkanı Peter Hill-Wood’un yardımcısı olan David Dein’in görevden ayrılırken teknik direktörlüğü bırakınca yönetimde görev alması için teklif alma onuruna erişiyordu. Bu vizyona ve birikime sahip bir beyin için gerçekten hakkettiği bir ödüldü bu. Kısacası, bugün Barcelona’dan sonra belki de önce en çok keyif aldığımız futbolu bize izleten bu adamın zekasını ve bunu çalışma disipliniyle birleştirdiğinde neler yapabileceğini gösteren eseri günümüzün Arsenal’i. Onu ve eşsiz genç yetenekteki oyunculardan kurulu harika takımını senelerce izlemek dileğiyle…

13 Mart 2010 Cumartesi

Gençlerbirliği 0-0 Fenerbahçe

1 altını çizen...

Seyir zevki düşük bir karşılaşmaydı. Gençlerbirliği, kazanamama serisini bozmak; Fenerbahçe ise, şampiyonluk yarışından kopmamak derdindeydi. Dolayısıyla kısır bir maç olacağı kestirilebilirdi maç öncesinden. Daum'un iki tartışılan forvetini (Semih ve Güiza) kenarda oturtup Gökhan Ünal'la başlaması sürpriz sayılmazdı. Tek forvetli sistemde şu anki form grafikleri dikkate alındığında 3'ünün de birbirinden bir farkının olduğu söylenemez. Fenerbahçe'nin bugünkü asıl problemi cezalı Alex'in yerine oynayan Deivid ve maç içindeki görev değişikliklerini göz önüne alırsak Mehmet Topuz'un yaratıcılıktan uzak oyunlarıydı. Daha sonra oyuna giren Özer de fark yaratamayınca pozisyon sayısı yok denecek kadar azdı. Gençlerbirliği ise Harbuzi, Tozo ve Sandro'nun ileriye taşıdığı toplarda Mustafa 'in bitiriciliğini kullanamaması ve destek de alamaması yüzünden aynı şekilde pozisyon üretme konusunda sınıfta kaldı. Mustafa Pektemek'e bu maçı dışarda bırakarak bir parantez açmak gerekirse Süper Lig'deki birkaç gelecek vadeden forvet oyuncusu olduğunu belirtmemiz gerekir (Sercan Yıldırım da bir diğeri..). Fenerbahçe'de defansa gelirsek en uygun dörtlünün G.Gönül, Bilica, Lugano ve Santos'tan oluştuğu aşikar. Önde Emre ve Christian'ın mücadeleci futbolları da takıma gerekli direnci sağlıyor. Ancak tam açık oyuncusu diyebileceğimiz tarzda oyuncu eksikliği ve oyunu kanatlara yayamama problemi devam ediyor. Eğer böyle bir kadro yapısı olsaydı tek forvete bağlı kalmaz çift forvet ve iki kanat adamıyla çok daha pozitif futbol oynayabilirdi Fenerbahçe. Özer, M.Topuz, Deivid yetenekli oyuncular olmasına karşın hepsi aynı tip olduğundan hücum etmekte zorluk çekiyorlar. Şampiyonluk yolunda iki puan daha başkentte kalırken, bugün Nihat Özdemir'in çatabileceği bir hakem de yoktu maçta ne yazıkki.

4 Mart 2010 Perşembe

DEMİRYOLLARI VE FUTBOL

1 altını çizen...

Futbol, endüstri haline gelmeden önce takımların kurulması çok daha zordu. Takımlar az bütçelerle ve küçük çaplı kuruluyordu. O yüzden işçiler tarafından kurulan futbol kulüplerinin sayısı oldukça fazladır. Bunların başında da demiryolları işçilerinin kurduğu kulüpler geliyor. Örneğin Rusya ve Bulgaristan’da Lokomotif ön adına sahip takımların kurulması bu şekildedir. Dünyadaki en büyük örneğini Manchester United’da gördüğümüz (Kırmızı şeytanlar demiryolu işçileri tarafından 1878 yılında Newton Heath LYR (Lancashire and Yorkshire Railway) adıyla kurulmuştur.) bu akım ülkemizde bir dönem başlamış ve köklü Demirspor kulüpleri kurulmuştur. Şu an profesyonel liglerde mücadele eden 2 (Adana Demirspor ve Ankara Demirspor) ve amatör liglerde mücadele eden 36 olmak üzere 38 tane Demirspor bulunmakta ülkemizde.

Bu Demirspor’lar arasında TCDD’nin olan tek takım Ankara Demirspor… Türkiye 1. Ligi’nin kurulduğu 1959’dan 1971’e kadar aralıksız olarak bu ligde mücadele eden takımın Türk futbol tarihinde çok önemli bir yeri var aslında. 1947’de Türkiye Futbol Birinciliği kazanan Ankara Demirspor, TCDD ile idari ve mali bağlarını sürdüren tek Demirspor konumunda. Buna rağmen belediye destekleriyle ayakta kaldığını söylemek daha gerçekçi olur. Geriye kalanların hemen hepsi aynı renkleri (mavi-lacivert) ve aynı logoyu kullanıyor. Bunların ise TCDD ile olan bağları ne maddi ne de idari; tamamen manevi... Zaten 1970’den sonra kurulan bir Demirspor takımı, TCDD ile irtibatlandırılmıyor ve malum logoyu kullanamıyor. Yani her şeyden önce tarihi bir yapısı var Demirsporların. Yöneticilerinin büyük kısmı demiryolları sendikaları üyeleri olan ve aidat kesintileriyle ayakta kalanlar olduğu gibi tamamen sivilleşen; ama ismini muhafaza edenler de mevcut. Bu takımların içinde en meşhuru Adana’nın Demirspor’u (ADS). 1979’daki özelleşme sonrasında TCDD’den ayrılan ADS, yönetim kurulunda sembolik olarak bazı demiryolcu üyeleri bulunduruyor. Ancak kulüp, diğer pek çok kulüple benzer olarak belediye desteğiyle hayatını sürdürüyor. En son 1994-95 sezonunda 1. Lig’de mücadele etmişlerdi.

Bir döneme damgasını vurmuş; fakat artık amatörde olan Demirspor ise Eskişehir Demirspor... Bugün bile eskrimden karateye uzanan 8 farklı branşta faaliyetlerini sürdüren kulüp, Türk ve Eskişehir sporunun mihenk taşlarından birisi. 1940’ta finalde F.Bahçe’yi mağlup ederek Türkiye Futbol Birincisi olan takım daha sonraki yılların Es-Es fırtınasının öncü kuvveti durumundaydı. Bütün Demirsporlar futbol branşında faaller. Ama Kayseri Demirspor, hentbol takımında yoğunlaşmış ve renkleri de olağanın dışında; kırmızı-beyaz… Malatya Demirspor da güreş takımıyla öne çıkıyor. Demirsporlar, 1940’larda çoğaldı: Kocaeli, Sakarya, İzmir ve benzeri futbol kültürü yüksek illerin Demirsporları amatör liglerde isimlerinden söz ettirirken, Sivas Demirspor da şehrin önemli figürleri arasında. Samsun Demirspor ise 60 yaşına kadar amatör futbol oynayan, İran Ordu Milli Takımı’na attığı 6 gol sonunda Şah Pehlevi’nin hanımı Kraliçe Süreyya’nın alnına kondurduğu buse ile bilinen Çolak Sebahattin (Durmuşoğlu) ve onun yetiştirdiği futbolcularla meşhur. Geriye kalan Demirsporların bir bölümü kendi şehirlerinin amatör futbol kültüründe önemli yerler işgal edip, o şehrin esas takımına futbolcu yetiştiriyor. Bir bölümü de devrî olarak açılıp kapanabiliyor. Ancak Demirspor’ların Türk sporunda özel bir yeri olduğu kesin.

1 Mart 2010 Pazartesi

Ligtv'nin İki Spikerli Sistemi

1 altını çizen...
"Spor spikerliği, maçı o an izleme olanağı bulamayan insanlara maçı olduğu gibi aktarıp neler olup bittiğini anlamalarını sağlama işidir". Benim değil bizzat Okay Karacan'ın sözüdür. Ligtv'nin iki spikerli sistemi bu tanıma hiç uymuyor. Tamam belki spikerin yanında yorumcu olması hoşumuza gitmiyordu bazen ama ayrı bir garip olmuş bu. Spikerler maçı tam anlatmıyorlar, bir de aralara yorum sıkıştırıyorlar. Ve sürekli farklı iki ses arasında gidip geliyor seyirci. O zaman da bu iş spikerlikten çıkıyor. Hem spikerlere, hem yorumculara ayıp oluyor bence. Tabii gerçek spikerlere ve gerçek yorumculara... İnsan Okay Karacan, Murat Kosova, Mehmet Demirkol, Rıdvan Dilmen gibi adamlar boşuna mı var diye düşünüyor. Sizce de saygısızlık olmuyor mu onlara ve izleyen bizlere..??

28 Şubat 2010 Pazar

Galatasaray 4-1 Kasımpaşa

0 altını çizen...
Son yazımda da bahsettiğim gibi Galatasaray, gerekli oyuncularının dönmesiyle tekrar eski kimliğine kavuşmuş görünüyor. Sezon başındaki o çok gollü galibiyetlerini hatırlatır bir oyun oynayıp net bir skor aldılar Kasımpaşa karşısında. Sabri-Caner bek ikilisinin Uğur-Hakan Balta ikilisinden çok daha ofansif olmasının yanına bir de ilerideki 4 ismin (Arda, Keita, Giovani ve Jo) üstün hücum performansı eklenince hücumda en ufak bir sorun yaşamadı Sarı-Kırmızılılar. Giovani'ye ayrı bir parantez açmak gerekirse, bugün geldiği günden bu yana kendisinden beklenen oyunu bir nebze segilediğini söyleyebiliriz. Tabii Kasımpaşa takımının 'Çanakkale geçilmez' tarzı futboldan uzak, daha çok hücum yapmaya yönelik oyun düzeni de bunda oldukça etkili oldu. Giovani, her aldığı topta topu rakip sahaya çok iyi taşırken onu karşılamada çok yetersiz kaldı Kasımpaşa defans-orta saha hattı. İkinci yarının başlarında oyundaki dengeyi kurup Galatasaray sahasında pas trafiğini artırmayı başarmalarında ise en büyük etken kuşkusuz orta sahada Elano'nun yokluğuydu. Ayhan tecrübesine defansif becerilerini ekleyemeyince Topal rakip atakları ön alanda karşılamada maçın belli kısımlarında yetersiz kaldı. İki ay sonra sahalara dönen Sabri'den bahsedecek olursak, sağ kanada bir hareket getirdiği kesin ancak maç eksiğinden yahut eski zaaflarından kaynaklanan bir kademe hatasıyla takımına golü yedirmiş oldu bir bakıma. Kasımpaşa da ise bireysel olarak değinilecek tek oyuncu Yekta'ydı kasık yırtığı olan Moritz'in yokluğunda. Son haftalarda takımına attığı gollerle ve şık hareketleriyle katkı sağlıyor, gerçekten yetenekli bir oyuncu. 1985 doğumlu olmasına karşın ligimizde gelecek vadeden oyunculardan. Sonuç olarak Galatasaray bu ligde bu kadrosuyla (Baros ve Kewell'ın da kısa zamanda döneceği düşünülürse) şampiyonluğun en büyük adayı. Forvetsizlikten veda ettiği Avrupa'yı ise gelecek sezonki hedefleri arasına almak zorundalar. Kritik Meira ve Nonda kararlarına bir üçüncüsü eklenmezse bunu başaracak bir takım görünümünde Galatasaray.

21 Şubat 2010 Pazar

Bir Rijkaard Klasiği...

0 altını çizen...
Sezon başında bir takım yaratmıştı bu adam. Önüne gelene 3 atan, savunmayı kafasına takmayan, yediğinden fazlasını atmaya yönelik hücumcu bir takımdı bu. Çünkü kadronda Keita, Kewell, Arda, Baros ve Elano varsa bunun aksini yapmak düşünülemez zaten. Zamanla işler yolunda gitmeyip takım sürekli sakat vermeye başlayınca (Baros ve Kewell'ın uzun, yeni transfer Jo'nun kısa süreli sakatlıkları) bir takımın çehresi ancak bu kadar mantıklı değiştirilebilirdi. Şu an izlediğimiz Galatasaray sezon başındakinin tam tersi bir hüviyette ve son iki maçında duran top dışında gol yememiş bir savunma takımı... Türkiye Kupası hariç hiç bir hedefinden kopmamış bir takım var ortada. Beşiktaş maçında alınan beraberlikle de rakibini kendinden uzak tutmuş oldu Sarı-Kırmızılılar. Galatasaray'ın savunmayı bu kadar iyi yapıyor olmasının başlıca nedenlerinden biri devre arasında takıma monte edilen Lucas Neill. İnanılmaz soğukkanlı ve Türkiye'deki tüm stoperlerden iyi sokuyor topu oyuna. Bir diğeri Rijkaard'ın, defansif özelliklerini kullanmak için ön liberoya çektiği Elano... Türkiye'ye uyum sağladığını her maçta göstermeye başlayan Elano'nun mücadelesi de görülmeye değer. Savaşçı bir Brezilyalı... Çok bulunmaz böyle adam. Beşiktaş'ın bugünkü mücadelesi de takdire şayan. Belki çok kaliteli bir futbol maçı izlemedik ama çok iyi mücadele etti her iki takımda. Gol atamamasına rağmen etkili olan Nobre ve duran topları çok iyi kullanan (golde burdan geldi) Tello'yla tehlikeler yarattılar. Hakkı kesinlikle beraberlikti bu maçın ve ligde daha çok maç var. Yani bundan sonra da herşey olabilir. Ama şu bir gerçek ki, Galatasaray önündeki Atletico maçında bir aksilik yaşamaz ve aynı futbolla turu geçmeyi başarırsa önü çok açık. Baros ve Kewell'ın da arka arkaya takıma katılmasıyla bu takımı eski hücumcu kişiliğine döndürebilecek bir teknik direktörü var bu takımın...

20 Şubat 2010 Cumartesi

Kısa Kısa...

0 altını çizen...
*Manchester United'ın futbol mabedi Old Trafford 100 yaşına girdi. Günümüzün muhteşem stadı, 19 Şubat 1910'da M.United'ın Liverpool'la yaptığı maçla açılmış ve maçı Liverpool 4-3 kazanmıştı.



*FIFA, 1930'da Uruguay'da düzenlenen ilk Dünya Kupası finalinin yaşayan tek oyuncusu Arjantinli Francisco Varallo'yu 100.doğumgününde FIFA Liyakat Nişanı'yla onurlandırdı. 1931-1940 yılları arası Boca Juniors forması giyen efsane futbolcu, 210 maçta 181 gol kaydetmişti.

*Arsenal kaptanı Fabregas, yaptığı açıklamada takımdaki oyuncuların çok fazla büyük hatalar yaptığını , diğer büyük takımların bunları yapmadığı için daha iyi durumda olduklarını söyledi

*NBA'de LeBron James, 1961-62'den beri görülmemiş bir performans ortaya koydu. Cleveland'ın Denver'ı konuk ettiği maçta 40 sayı, 15 asist ve 13 ribaundla oynayan LeBron'un bu performansına rağmen maçı Denver 118-116 kazandı ve Cleveland'ın 13 maçlık serisine son verdi.

*Vencouver'de devam eden 2010 Kış Olimpiyatları'nda ABD 17 madalyayla zirvede (6 Altın, 4 Gümüş, 7 Bronz)...Almanya 11 madalyayla (4 altın, 4 gümüş, 3 bronz) ikinci sırada yer alırken Norveç ve Kanada'da bu iki ülkeyi takip ediyor.


18 Şubat 2010 Perşembe

Marouane Fellaini

0 altını çizen...
Bu sezon Premier Lig'de en çok dikkat çeken isimlerden biri. Aslında sempati duymak için çok fazla sebebimiz var; bonus saçlarıyla lige renk katması, defans-forvet bağlantısını bu kadar iyi yapan sayılı genç oyuncudan biri olması (aklımıza hemen diğer isim olarak Abou Diaby geliyor, eğer 3. bir isim söylersek bu iki oyuncuya haksızlık yapmış oluruz) ve doğum gününün benle aynı olması bunlardan sadece birkaçı... 6 Şubat'taki Liverpool derbisinde Sotirios Kyrgiakos'un sert müdahelesiyle sakatlanmıştı. Everton teknik direktörü David Moyes, kulübün resmi internet sayfasına yaptığı açıklamada, "Maalesef iyi değil. Bilek bağlarından ameliyat olacak. Robin van Persie'nin sakatlığına benziyor ve yaklaşık 6 ay sahalardan uzak kalacak. Parlak bir sezon geçiriyordu ve gelişme göstermemizdeki en büyük nedenlerden biriydi. Hepimizin çok özleyeceği bir isim" dedi. Gerçekten çok yazık... 6 ay onu seyretmekten mahrum kalacak olmamız bir yana umarım bu sakatlık onu bu günlerdeki formuna tekrar ulaşmaktan alıkoymaz. 
2008 yazında 15 Milyon Pound bedelle Standard Liege'den Everton renklerine bağlanan 22 yaşındaki futbolcu, bu rakamla Everton kulübünün ve Belçika futbolunun tarihteki en pahalı transferi olmuştu.

Belçika'lı Milli futbolcu, bu sezon 4'ü yedekten olmak üzere 34 resmi maçta görev alarak İngiliz ekipte en çok forma giyen futbolcu olurken, 3 kez de fileleri havalandırmıştı.

2007-2008 sezonunda Belçika Jupiler Lig'de 25 yıl aradan sonra şampiyonluğa ulaşan Standard Liege'in kilit oyuncularından olan Fellaini, Belçika temsilcisinde toplam 84 maça çıkmış ve 11 gol kaydetmişti.

2008 Pekin Olimpiyatları'nda yarı finale kadar yükselen Belçika Milli takımının as oyuncusu olan genç futbolcu, 2007 Avrupa U-21 Şampiyonası'nda yarı finale kadar yükselen Belçika Milli takımının da kilit oyuncusuydu.

Guus Hiddink

0 altını çizen...
90-91 sezonunda Fenerbahçe onun yönetiminde Aydınspor'a 6-1 gibi tarihi bir skorla yenilmişti. Gordon Milne'li Beşiktaş'ın şampiyon olduğu o senenin sonunda, tıpkı geldiği sezonda bir takımda mucizeler yaratması beklenen diğer teknik direktörler gibi gönderilmişti. Daha sonra Guus Hiddink'in bize ismini ezberleteceğini o zamanlar kimse bilemezdi tabii. 98 Dünya Kupası'nda yarı final oynayan Hollanda'nın ve 98-99 sezonunda kıtalararası şampiyon olan Real Madrid'in başında o vardı. Farklı bir teknik adamdı. İşinin zor olduğunu bildiği takımlara gitmekten hiç korkmadı. Dünyanın her yerinden büyük yetenekler çıkabileceğini, aslında takım oyunuyla ve elindeki oyuncuları maksimum verimde kullanarak da büyük başarılar elde edilebileceğini bize ilk önce 2002 Dünya Kupası'nda Güney Kore'nin başında gösterdi. Biz dev takımları yenerek çıkmamıştık 3.lük maçında onların karşısına. Ama onlar İtalya'yı, İspanya'yı devirip gelmişlerdi. Almanya karşısında da son dakikalarda gelen bir golle final şansını kaçırmışlardı. Sonra Avustralya'yı 32 yıl sonra finallere götürmek de yine onun gibi birinin yapabileceği türden bir işti. Son olarak futbolda bir türlü istedikleri yere ulaşamamış soğuk ülke Rusya'yı Euro2008'de üçüncü yaparken de diğer 3. yine Türkiye'ydi. Yollarımız önceden çok kesişmişti yani... Şimdi 63 yaşının getirdiği tecrübelerle belki de teknik direktörlüğünü noktalayacağı yerde son şaheserini yaratabilir. Ne dersiniz..?

2010'a Giderken-4

0 altını çizen...
Geldik Güney Amerika’ya... Evet futbolun beşiği İngiltere’dir belki doğrudur ama Brezilya’da futbol her şeydir. Sokakta topun peşinden koşan o küçük çocuklar hemen arkalarında onları izleyen fakir anne babanın gelecek umududur aslında. Sadece fakirlikten dolayı oynanmaz ama yinede futbol, çok asil bir ailenin çocuğuysanız ve paraya ihtiyacınız yoksa da Brezilya’da futbol başka bir tutkudur. Kaka’yı dünya çapında bir yıldız yapan bu tutkudur. Dünyanın her yerine ve en fazla sayıda futbolcu ihraç eden bir ülkedir Brezilya. Dünya kupasında boy göstermek ve o 23 kişilik kadroya girmek ise her futbolcunun hayalidir. Bunun için Robinho olsanız da eski takımınıza kiralık gidip kendinizi tekrar göstermeniz gerekir. Ronaldinho'nun Milan’ı bu sene taşıyıp bize eski günlerini hatırlatmasının nedeni budur. İşte bu yüzden futbol deyince Brezilya gelir aklımıza…Uzun lafın kısası Brezilya olmazsa dünya kupası olmaz zaten olmamıştır da. Sambacılar 5 kez kaldırdıkları dünya kupasının yine yeniden en büyük favorilerinden biri olarak gelecek Güney Afrika’ya. Onları izlemek bambaşkadır biz futbolseverler için bakalım 5.farklı kıtada bu kupaya uzanıp inanılmazı başarabilecekler mi? Gelelim Tangoculara…Dünya futbolunun süperstarı Messi’li, Tevez’li , Agüero’lu hucum hattıyla efsane gibi görünmesine karşın Arjantin takımında defansif anlamda ciddi sıkıntılar var. Dünya kupasına son anda katılmayı başardılar ve gruplarda hiç ümit vermediler. Brezilya’ya net biçimde ezildiler ve Bolivya’dan yarım düzine gol yiyerek hezimet yaşadılar. Arjantin’e futbolculuğunda 1 dünya kupası kazandırmış ve birini de son anda kaybetmiş, bazılarına göre dünyanın gelmiş geçmiş en iyi futbolcusu olan Maradona bunu teknik direktörlüğünde başarabilecek mi hep beraber göreceğiz. Ancak bu kez Tanrı’nın elini en fazla taktik tahtasında ve damadı Agüero’nun sırtını sıvazlarken kullanabilecek. 1962’de kendi evinde düzenlenen dünya kupasında en iyi derecesi olan 3.lüğü elde etmeyi başaran Şili şaşırtıcı bir biçimde rahat bir şekilde dünya kupasına gitmeyi başardı. Tıpkı Brezilya gibi haftalar öncesinden kupaya gitmeyi garantileyen Şili’de yıldızların başında Humberto Suazo geliyor. Ligimizden tanıdığımız Rodrigo Tello da şu an formsuz olmasına karşına ikinci yarı gerekli patlamayı yapıp takımdaki yerini alacaktır. İspanya’nın olduğu grupta ikincilik mücadelesini İsviçre ve Japonya’yla verecek olan Şili’nin en az bu iki takım kadar şansı var. Dünya kupalarının son zamanlardaki gediklisi Paraguay yine kupaya katılmayı başardı. İtalya’nın yer aldığı grupta Slovakya’yla zorlu bir yarışa girecekler. İkinci tura alışıklar, daha da ileri giderlerse kimse şaşırmasın. Uruguay ise 2 dünya kupası sahibi bir ekip. Eski günlerini aradığı düşünülse de bir şekilde dünya kupasına katılmayı başarıyorlar. Alvaro Recoba son zamanlarda çıkardıkları müthiş bir solak, şu an futbol hayatına ülkesinde devam ediyor. Kaptan Diego Lugano önderliğinde, adaşı Forlan’la beraber çok çekişmeli bir grupta bize zevkli maçlar izleteceklerdir. Biraz da istatistiklerden bahsedelim. Dünya kupalarına 5 kezle en fazla katılan iki efsane isim var; birisi Alman Lothar Matthäus ve diğeri Meksikalı Antonio Carbajal. Ancak egale edilebilecek bir rekor. Aklıma ilk gelen isimse 2006’da Arjantin kadrosunda yer alan Lionel Messi…En erken gol ise Türk futbolunun efsane golcüsü Hakan Şükür’e 11 saniyeyle ait. Giderek hızlanan dünyada bu golden daha hızlı bir golü dünya kupasında izleyebiliriz. Tabi bundan sonraki herhangi bir dünya kupasında bir Türk futbolcusu kırarsa bu rekoru daha hoş olur..:) Geri sayıma başladık. 131 gün sonraki muhteşem şöleni hep beraber bekliyoruz. Futbolla kalın…

To be contuniued..

BİZ AŞIĞIZ BU TAKIMA...

0 altını çizen...
Biz futbolda olgunluk çağını 25’in üzeri sanardık eskiden. 25-30 yaş arası izlemeyi beklerdik futbolcunun en mükemmel oyununu. Ama sonra bir takım çıktı 18-21 yaş arasındaki çocukların (!) neler yapabileceğini gösterdi bize. Sonra büyük takımlar her sene milyon dolarlar harcarmış transfere biz öyle gördük hep. Real Madrid’i, Chelsea’si, M.United’i hep öyle elde ettiler başarıları. Ama transfer yapmadan da, alt yapıdaki oyuncularla da şampiyonlar liginde yarı final oynanırmış onu gösterdi bize yine aynı takım. En değerli oyuncusunu 29 yaşına gelince çekinmedi satmaktan, biz daha çok Henry çıkarırız dediler. Evet Arsenal’den bahsediyorum. Yaş ortalaması 22-23 olan ama futbolun her türlü gereklerini yerine getirerek seyircisine zevk veren takımdan… Hiçbir rakibiyle diyaloğa girmeden maçı bitiren, sadece futbol oynama düşüncesiyle müthiş işler yapan sempatik genç kaptanı Fabregas olan takımdan… Bebek yüzlü oldukları için yaşları önemsenmeyen Van Persie’sini ve Arshavin’ini seyretmeye doyamadığımız takımdan… Benden bile küçük olan Ramsey'i, Wilshere'i ilk 11'de gördüğümüz zaman şaşırmadığımız takımdan... Futbolun asla sadece futbol olmadığını gösterdikleri için seviyoruz biz bu takımı. Milyonlarca dolar para kazanmalarına rağmen antrenmanın olmadığı Pazar günü genç oyuncularının kanserli çocuklar için kostümler giyip video çektirmeye gitmeye üşenmedikleri için de seviyoruz, böyle sosyal projelere destek için en az transfere ayırdıkları kadar bütçe ayıran yönetimi olduğu için de. Kısacası biz aşığız bu takıma... We love The Gunners...

2010'a Giderken-3

0 altını çizen...
Yazının başlığından da anlaşılacağı üzere gerçekten 2010'a giderken bir yazı oldu. 2009 yılını kısa ve öz bir yazıyla bitirmek istiyorum. Dünya kupasına katılacak takımlardan bahsederken sıra Kuzey, Merkezi Amerika, Karayipler'den dünya kupasına gitmeye hak kazanan 3 takıma geldi: ABD, Meksika ve Honduras... ABD konfederasyon kupasında gösterdiği başarıyı tekrarlamak istiyor. Gerçekten önemli oyuncuları var. Özellikle kaleci mevkiinde son zamanlarda çıkardıkları iki premier lig kalecisi Brad Friedel ve Tim Howard takımın güven kaynağı... Los Angeles Galaxy forması giyen London Donovan ve Milan için ter döken Oguchi Onyewu takımın bel kemikleri... En büyük başarıları olan 2002'deki çeyrek finalin üzerine çıkmaya çalışacaklar, çok zorlu olmayan gruplarında Slovenya'yla ikincilik mücadelesine soyunacaklar gibi görünüyor. Meksika'dan bahsetmek gerekirse, son 4 dünya kupasında gruptan çıkmayı başaran, turnuvaların gediklisi bir takım. Giovanni dos Santos ve Carlos Vela gibi premier ligi oyuncularına sahipler. Zor sayılabilecek bir gruptalar ama Meksika her zaman gruptan çıkmaya aday bir takımdır. Katıldıkları bölgenin en güçlü takımı diyebiliriz. Honduras'a gelince, 1982'den sonra ilk defa bir dünya kupasına katılmaya hak kazandılar. Onlar için güzel bir tecrübe olacak. Belki bir çoğunuzun Honduras'lı olduğunu bilmediği 30 yaşındaki David Suazo takımın en önemli silahı. Gruptan çıkmak için ellerinden geleni yapacaklar çünkü dünya kupasına gelmelerinin tesadüf olmadığını göstermek istiyorlar. Biraz da renkli şeylerden bahsedelim. 2010 Dünya Kupası'nın maskotu, Güney Afrika’nın uluslararası plaka işareti olan ‘ZA’ ile 2010 yılına atıfta bulunmak amacıyla, birçok yerli dilinde ‘10’ anlamına gelen- resimde de görüldüğü üzere- ‘Kumi’den oluşuyor. Bu tip organizasyonlarda hakikaten ilgi çekici olup seyir zevkini artırabiliyor bu tip maskot seçimleri...
Hepinize mutlu yıllar... Futbol hayatınızdan hiç eksik olmasın...

To be continued...

Kartal Gol Gol Gol..

0 altını çizen...
Aslında maçın başında ilk 11’de Ernst’i göremeyince zaten az olan umudumuz iyice tükenmişti. Çünkü bu sene Beşiktaş’ın en sağlam yeri defansı. Ernst, Sivok ve Ferrari üçlüsü bu kısmın iskeletini oluşturuyor ve gerçekten bu seneki performansları üst düzeyde. Ernst’in yokluğunda Uğur İnceman onun görevini yerine getiremedi ve Wolfsburg da orta sahayı geçen her oyuncu kaleyi şut bombardımanına tuttu zaten Misimovic’in golü de bu şekilde geldi. Wolfsburg’da göze batan isimler sol kanadı koridor yapıp bindirmeleriyle İbrahim Kaş’ı zor durumda bırakan sol bek Schafer ve ortadan Beşiktaş defansının üzerine giderek bir çok tehlike yaratan ve sonunda öyle ya da böyle golünü atan Gentder’di. Martins’in de cezalı olan Grafite’den daha etkili olamadığı ise bir gerçek. Ayrıca ne kadar bu maçta gol atmış olsa da Edin Dzeko’yu her iki maçta da bu kadar formsuz yakalamışken bu şans kullanılmalıydı bence. Beşiktaş’a gelince bu sene hücum yapamamalarının en büyük sebebi geçen seneki Holosko-Yusuf-Tello üçlüsünün bu sene sakatlık ve formsuzlukla boğuşması. Geçen seneki şampiyonluğu getiren çoğu golde bu 3 oyuncunun payı vardı. Maçta Ernst’in yokluğunda sorumluluk alan Fink’le girilen pozisyonlarda da gol gelmeyince 3-0’lık skor kaçınılmaz oldu. Taraftarın boğazını yırtarak "Kartal Gol Gol Gol" diye bağırması da pek etkili olmadı ve Beşiktaş Şampiyonlar Ligi'nde 90+ da Ekrem'in CSKA'ya attığı gol dışında başka gol atmayı henüz beceremedi. CSKA’nın Old Trafford’dan puan çıkartmasıyla Beşiktaş 4.lüğe göz kırptı. Türk futbolunu kötü günlerin beklediği hatta o günleri yaşadığımız gün gibi ortada. Ancak futbolda bir kural vardır: Beraberlik için çıkarsan yenilirsin. 7 puanla gruptan çıkma hesabı yaparsan 4 maçta 7 gol yiyerek el sallayıp evine dönersin Mustafa hoca. Sen bizim futbolda ufkumuzu genişleten adamsın ama artık yeni nesillere bırakmak lazım belki de…
Şampiyonlar Ligi’nde gecenin diğer sonuçları ise şöyle;
Bayern Munich 0-2 Bordeaux
Apoel Nicosia 0-1 Porto
Atletico Madrid 2-2 Chelsea
Maccabi Haifa 0-1 Juventus
Manchester Utd. 3-3 CSKA Moscow
Marseille 6-1 Zurich
Milan 1-1 Real Madrid

2010'a Giderken-2

0 altını çizen...
Hazır ligimize ara verilmiş ve Türkiye Kupası maçları da sona ermişken biz 2010 Dünya Kupası yazılarımıza kaldığımız yerden devam edelim. Kupaya Afrika kıtasından katılan takımlardan geçen yazımda bahsetmiştim. Şimdi sırada Asya/Okyanusya var. Bu iki kıtaya baktığımızda dünya kupasına toplam 5 takım katılıyor. Bunlar Avustralya, Japonya, Güney Kore, Kuzey Kore ve Yeni Zelanda. 1986’dan bu yana bu kupaya katılmayı alışkanlık haline getiren Güney Kore en büyük başarısını hatırlayacağınız üzere, 2002 Dünya Kupası’nda Guus Hiddink yönetiminde 4. olarak elde etmişti. Teknik direktörleri yine bir Hollandalı ve yine aynı başarıyı kovalayacaklar. Avustralya’nın ise bu 3.dünya kupası olacak. Geçen dünya kupasında 2.turda İtalya’ya haksız bir penaltıyla elenmişlerdi ve sonra İtalya kupaya kadar uzandı. Ve takımın başındaki isim yine Guus Hiddink’ti. Avustralya demişken son dönemde hakikaten önemli yıldızlar çıkarmaları kupalara arka arkaya katılma sebeplerinden bir tanesi. Bunların başında ligimize renk katan oyunculardan Harry Kewell geliyor –ki belki de onu son kez dünya sahnesinde izleyeceğiz- Mark Viduka, Tim Cahil, Mark Bresciano, Lucas Neill ve daha birçok yıldız başta Premier Lig olmak üzere önemli liglerde futbol hayatlarını sürdürmekteler. İlginç bir nokta belirtmek gerekirse şu ana kadar Okyanusya kıtasından dünya sahnesine çıkan Avustralya bu kez Asya kıtasında mücadele etti ve dünya kupasına grubunda lider olarak rahat bir şekilde geldi . 1998’de ilk dünya kupasına katılan Japonya ise bu tarihten sonra turnuva kaçırmadı. 2002’de ikinci turda elediğimiz zamanki Japonya’ya göre güç kaybetmiş durumdalar ve grupları da bir hayli zor. 1966’da çeyrek final oynadıktan sonra kupalara 44 yıl sonra katılma hakkı kazanan Kuzey Kore gibi grup sonunculuğuna yakın gözüküyorlar. Yine de çekik gözlü adamları keyifle seyredeceğimiz bir gerçek. Yeni Zelanda için de farklı şeyler söyleyemeyeceğim. Avustralya’nın Asya’ya geçmesinden sonra önleri açıldı ve 1982’den sonra ikinci dünya kupaları… Gruptan çıkmaları büyük sürpriz olur. Ek bilgiler vermek gerekirse 2010 Dünya Kupası Güney Afrika’nın 9 farklı şehrinde 10 farklı statta gerçekleşecek. 5’i yeni inşa edilen statların hepsi birbirinden güzel ve modern şekilde dizayn edilmiş. 169 gün sonra bu muhteşem şölen için en mükemmel halleriyle biz seyirciler için hazır halde olacaklar. Futbolla kalın…

To be continued….

‘Anadolu Devrimi’ Derken…

0 altını çizen...
Bugün geçtiğimiz üç sezonki performansı için ‘Anadolu Devrimi’ gerçekleştirdiği söylenen Sivasspor’un Galatasaray ve son 5 sezondur istikrarlı bir futbol anlayışı sergileyip hep üst sıralara mücadele eden Kayserispor’un Fenerbahçe karşısındaki maçlarını seyrettim. İlk maç için söylenecek fazla bir şey yok. Sivasspor'lu oyuncular ne yazık ki Galatasaray bizim rakibimiz değil modunda bir futbol oynadılar dolayısıyla mağlubiyet kaçınılmaz oldu. Galatasaray için Sabri’nin ekstra oyunu ve Barış’la beraber orta sahanın daha güçlü ve defansif olmasından bahsedilebilir ancak Rijkaard’ın eksiklerden dolayı mecburi ve ufak bir sistem değişikliğe gittiği bu maçın taktiği Fenerbahçe maçı için daha uygun olabilirdi. Linderoth’u tekrar sahada görmek de heyecan vericiydi umarız bir daha sakatlık yaşamaz ve performansını değerlendirme fırsatımız olur.

Gelelim Fenerbahçe maçına… Hataların sonucu belirlediği bir maç oldu. Tartışmalı olduğu söylenen ikinci yarıdaki penaltı için söylemem gereken birkaç şey var. Bir pozisyonun penaltı olması için faul yapılan oyuncunun yere düşmesi gerekmez. Akıllı bir oyuncu olan Cangele, çok tecrübeli olmasına karşın amatörce bir hata yaparak sol ayaklı bir oyuncunun sağına gelen bir pozisyonda bir nevi golü engellemek için rakibi arkasından net bir şekilde çeken Roberto Carlos'un bu hareketini iyi kullanarak penaltıyı takımına kazandırdı ve gole çevirdi. Bu hatanın ilk yarıda topu elinden kaçıran Souleymanou’nun hatasından pek de bir farkı yok. Türkiye ligini artık iyi bilen bir oyuncu olan Cangele, çok güzel bir performans sergilediği bu maçın devamını getirebilirse ligimiz için renk olur tabi ancak geçen sene Fenerbahçe’ye 3 gol atan Aghahowa’yı başka bir maçta görememiştik ne yazık ki. Fenerbahçe’nin ligi böyle götüremeyeceği ise aşikar. Ekstra motivasyonla oynanan Galatasaray maçını kenara bırakırsak gol attıktan sonra oyunu kontrol altına almada sıkıntıları var. Daum‘un ilerde top tutacak adamları -Semih ve Özer gibi- takıma yerleştirmesi gerekiyor yoksa bu puan kayıpları devam edecektir. Santos da ilk geldiği zamanki göürüntüsünden çok uzakta. Kayserispor’un ise bu sene geçen seneki kadar gol atma sıkıntısı yaşamadığını da söyleyelim. Geçen sene aynı haftada 11 gol atmışlardı. Bu sezon 15 golü 3 büyüklerin hepsiyle oynamış olmalarına rağmen atmayı başardılar. Bir parantez de Tolunay hoca’ya açmak gerekiyor. Geçen sene takıma monte ettiği Furkan Özçal 1990 doğumlu ve bu sene de takımın önemli oyuncularından biri…Yine maçta silik bir görüntü çizen Makukula’nın yerine oyuna dahil ettiği Semih Aydilek ise 1989’lu.. Agresif ve sinirli olmasıyla eleştirilen Tolunay Kafkas’ın gençlere ne kadar önem verdiğini ve onları Türk futboluna kazandırmasını göz ardı etmemek lazım. Kısacası Sivasspor (ki şu an küme düşmemeye oynuyor) gibi henüz ilk ikiye veya ilk üçe oynayamadı belki ama her sene ilk 5’e oynayan istikrarlı Kayserispor ‘Anadolu Devrimi’ tabirine daha çok uyuyor gibi. Yeni yazılarda görüşmek üzere..

2010'a Giderken-1

0 altını çizen...
Aslında biz erkekler için yaz 4 yılda bir tam anlamıyla yaşanıyor. Tüm dünyadan en iyi 32 takımın farklı renkleriyle, ilginç tarzlarıyla ve değişik futbol anlayışlarıyla verdiği güzel mücadele bize inanılmaz bir keyif veriyor. Ve 4 yıllık özlemin ardından yine bir dünya kupası bizi bekliyor ve haliyle epey heyecanlıyız. Klasik konuşmayı yapmak gerekirse Türkiye’nin burada olmasını çok isterdik ve ayrı bir heyecanla turnuvayı takip etmeyi tabii.. Ama işin gerçeği şu ki burada olmayı hak etmedik. Türk futbolunun nasıl düzeleceği başka zamanın konusu. Şimdi biz 2010 Dünya Kupası’na dönelim. Evet bu sene kara kıta Afrika’dan selamlıyor bizi bu müthiş şölen. Dolayısıyla Afrika’dan katılmaya hak kazanan takımlarla başlayalım. Bu turnuvaların gediklisi Kamerun ve Nijerya’yı yine izleyeceğiz. Kadro açısından bence yıldızlar topluluğu bile denebilecek Fildişi Sahilleri, ev sahibi Güney Afrika ve Gana da 2010’a Afrika’dan giden takımlar.. Bu senenin sürpriz takımı ise tam 24 sene sonra dünya kupasına gelecek olan Cezayir.. Düştükleri grupta Capello’nun İngiltere’si, bu senenin flaş takımı Slovenya ve süper güç ABD var. Kısacası turnuvanın farklı bir rengi olacaklar ama sonunculuktan kurtulmaları zor. Fildişi Sahilleri’nden bahsetmek gerekirse, geçen dünya kupasına katılmalarına karşın orda fazla bir şey yapamamışlardı ama bu sene gerçekten çok şey bekliyorum. Drogba’lı, Yaya Toure’li, Abdul Kader Keita’lı, Eboue’li kadrosuyla, Brezilya’nın favori olduğunu düşünürsek Portekiz’i gruplarda kupanın dışında bırakabilirler ve çok daha ileriye gidebilirler bu kupada. Ev sahipleri her zaman bu turnuvalarda başarılı olmaya adaydır; bu nedenle her ne kadar zorlu bir grupta da olsa Güney Afrika’yı da yabana atmamak lazım.. Nijerya ve Kamerun Afrika’da futbol mantalitelerini oturtmuş takımlar ve bu nedenle mutlaka yine çok koşan, mücadele eden siyahi adamların bize inanılmaz keyif vereceğine emin olabilirsiniz. Essien önderliğindeki Gana fazla yıldızı olmasa da yine de zor bir grupta olmadığından 2. liği zorlayabilir. Tabiki kadrolar açıklandığında daha ayrıntılı bir analiz yapacağız. Kısacası ev sahipliğine soyunan Afrika kıtası ve bu 6 takım bize yine çok keyifli ve unutulmaz anlar yaşatacak.

To be continued…

90+3 ün ardından...

0 altını çizen...
Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda evde oturup çayımızı yudumlarken Barcelona’nın şiir gibi futbolunu izleyip ısınmayı bekliyorduk ama Osasuna kendi evinde çetin ceviz çıktı. Bu yılın sürpriz golcüsü Keita, golünü yine atmasının dışında geçen sene Yaya Toure’nin yaptığı işleri eksiksiz yapmaya devam ediyor. Aslında Barça’ya gelen her oyuncunun böyle bir senelik bir hazırlık dönemi oluyor ve o sene çok fazla forma bulamıyor, sonraki sezonsa inanılmaz bir patlama yapıp formayı bırakmıyor. Hatırlayın Henry’nin ilk geldiği seneyi ve sonraki müthiş senelerini.. Yaya Toure’nin ilk senesi keza öyle.. O zaman bir şeyleri doğru yapan bir takım var ortada.. Aldığı her oyuncu için-bu üst düzey bir yıldız olsa bile sisteme uyum sağlaması için bekleniyor (Henry gibi)- gerekli sabrı gösterip sonra en üst düzey verimi alma var. Bizim ülkemizdeki gibi iki sene içinde 25 oyuncu gönderip 30 oyuncu almayı onlar bilmiyor çünkü. O kadar girişimci, akıllı yöneticileri yok zannedersem.. Neyse tekrar maça dönecek olursak sezonun en az pozisyon bulan Barcelona’sıydı İbrahimoviç diğer maçlarına oranla oldukça etkisiz gözüktü. Son dakikalarda üst üste iki Messi bir İbrayla çok cömertçe harcanan pozisyonların cezası belki de uzatmalarda Pique! tarafından kesildi ve maç berabere bitti.Yaya Toure nin yerine Keita’nın Eto’o nun yerine İbra’nın nasıl kusursuz bir şekilde konulduğuna ve sistemin buna nasıl adapte edilebildiğine bakılırsa hiçbir oyuncu Barça için vazgeçilmez değil gibi görünüyor.Real’in kazandığı haftada puan farkı azaldı azalmasına da Barça gibi futbolun gereklerini hem saha içinde hem de saha dışında yerine getiren bir futbol mekanizması için oldukça önemsiz bir puan kaybı.. Malum şu anki en yakın rakipleriyle son maçlarında yarım düzine bırakmışlardı rakip kaleye.. Futbol dolu günler dileğiyle..
 
Designed by: NewWpThemes | Converted to Blogger by Professional Blogger Templates | Contact | About